Az bir süre olmadı. “Sosyal
paylaşım” siteleri diye bir şey var hayatımızda. Milyonlarca insanın yaşamının
bir parçası haline geldi. İnsanların yaşamlarını paylaşım biçimini derinden
etkiledi. Ancak düşünmeden bize sunulanı yaşıyoruz, memnunuz da.
Farkındalığımız durumu değiştirmiyor. Değiştirmeli mi acaba ya da bunun
üzerinde düşünmeden yaşamalı mıyız sadece? Bu düşünce biçimi, yeni kapitalist
kültürün bilgi/iletişim alanında çağın son toplumsal olgusu. Modernite bize
yüzyıllardır tarihsel bir ilerlemeden bahsetti. Tarihsel ilerlemenin itici gücü
de teknoloji oldu. Şimdi modern ötesi bir toplum tasarımından bahsediliyor.
Modernite şimdi kendisini mi tüketiyor acaba? Küllerinden yeniden mi doğuyor? Yadsıdığımız
şey mi yoksa sadece yadsımak mı önemli? Küresel-toplumsal bir akıl oluşumu
sürecinden mi geçiyoruz? Geçmişe dair ne varsa bilinçaltına mı süpürüyoruz? Bu
ve bunun gibi pek çok soru soruluyor. Ancak soruları paylaştırmıyorlar artık,
sadece ve sadece cevapları paylaştırıyorlar bizlere…
Sosyal mi yoksa Paylaşım mı?
Sosyal kelimesinin
dilimizdeki diğer karşılığı “toplumsal”. Yani sosyal paylaşım sitesi, toplumda
ne kadar çok insan paylaştırılırsa o kadar iyi düşüncesine dayanıyor. Bugün
bizden istenen daha çok sayıda insanın paylaşımıdır. Paylaşım, modernitenin çizdiği
sınırların dışına çekilmiş durumda. Bugüne kadar bize tanınan sınırlar yeniden
çiziliyor. Bu sınırlar, “belirli yaşam biçimleri” ve “bireysel/toplumsal
öğretiler” ile yeniden tanımlanıyor. İnternet olarak adlandırılan
bilgi-iletişim ağının dünyadaki birçok kişisel bilgisayarı birbirine bağladığı
bir durumun içindeyiz. Peki, paylaşmak neden bu kadar önemli hale getirildi?
Tarihin bu aşamasında beklenen bir şey miydi bu?
Daha Çok Olmalı Daha da Çok!
Bir zamanlar insanların
yaşamlarında belirli sayıda insan vardı. Onlarla görüşmek için fırsat
yaratılır, daha çok zaman geçirilir, samimi dostluklar kurulurdu. Bizim için paylaşmak
önemliydi. Hayat, az sayıdaki insanla mümkün olduğunca derin paylaşılırdı. Aşkı
bulunca sımsıkı sarılırdık ona. Sevebilirdik. Paylaşma imkânlarımız kısıtlı
olduğu için fiziksel olarak yalnız kaldığımız zamanlar belki daha çoktu ama
içimizde yalnızlık yoktu. Sahip olduklarımızın kendileri önemliydi. Az bulunan
şeylerin kıymeti çoktu bizim için. Artık insanlarla iletişim kurmak fiziksel
olarak çok daha kolay. Teknoloji, buna imkân verdi. Sosyal paylaşım sitesi denilen
şey üzerinden artık daha çok insana ulaşmak mümkün. Tıpkı metalara ulaşma
imkânımızın kolaylaştığı gibi. Zahmet vermeden çok daha fazla sayıda ve çeşitte
meta önümüze serildi. Onlara sahip olabilmemiz için fırsatlar tanındı. Çok daha
kısa sürede tüketilmeliydi metalar. Yeni kapitalist kültür bunu öngörüyordu. Önce
metaları taşıdık internete daha sonra kendimizi. Artık bizi, ulaştığımız
insanların kendisi değil sayısı tatmin eder oldu. Bir takım şekil ve işaretler ise
bize doyum sağlar oldu. Kaç kere tıklandım, kaç kişi beğenmiş vs. Sanal
arkadaşlıklarımızı ona göre kuruyoruz artık. Beğenmedim seçeneği bazılarında
yok bile. Beğenmeme şansımız yok. Beğenmediysek susmalıyız yani. Çünkü
beğenmeli insan paylaşanı, tatmin etmeli onu hemen oracıkta. Yoksa susmalı ya
da elenmeye hazır olmalı. Sistem elenme üzerine kurulmuş durumda zaten.
İnternette az tıklandıysanız yaşama şansınız yok. Paylaşım sayısallaştı, bir
ölçüm nesnesi oldu. Çok tıklanana yöneldik, çok tıklanmayı hayal ettik çünkü sürüden
kopma korkusu içindeyiz. Birbirimizi, sosyal paylaşım sitelerinde ne kadar süre
harcadığımıza ya da kaç adet paylaşım yaptığımıza göre ölçüyoruz. Ne
paylaştığımızı tam olarak anlamadan sadece paylaşıyoruz. Bir de bunun için
birbirimize puan veriyoruz. Puanı daha çok olanı, hayatın içinde olan olarak
kutsuyoruz. Puanı az olan hayatın dışında olmuş oluyor, sürüden geride kalıyor.
Eleniyor…
Tüketmeden Yaşayamam Ben, Hayır
Yaşayamam!
Birbirimizi tüketiyoruz. Her
gün birileri giriyor sanal dünyamıza, birileri ise çıkıyor. Hayatımızda yeni
insanlar üretiyoruz çok sayıda, hemencecik ve çok sayıda insanı tüketiyoruz
hemencecik. Kalıcı olandan sıkılıyoruz, katlanmıyoruz. Hep aynı tadı vermeli
bizim için hatta daha çok tat vermeli, dikensiz olmalı. Kalıcı olan da kendini
sürekli yeniden üretmeli. Renkten renge girmeli. Kalıcı olan aynı zamanda sıkıcı
olmuş durumda. Önce metalar bizi tatmin etmez oldu. Çünkü çok seçenek sunuldu
bize kısa sürelerde. Şimdi insanlar bizi tatmin etmez oldu. Çünkü çok sayıda ve
kişilikte insan sunuldu bize. Sadece görüntüye önem veren kişilikler coştu daha
çok. Ve yeni kişilikler yaratıldı tüketmeye hazır. Bu ilişki biçimi, yüz yüze
paylaşımı da değiştirmiş durumda. Başkalarıyla geçirilen vaktin bir bilgisayar
oyunu ile geçirilen vakitten farkı kalmadı bizim için. Kısa sürede azami hazzı
yaşamak tek amacımız. Belirli zamanlarda bir araya gelip tüketiyoruz birbirimizi.
Sonra başkalarıyla başka hazlar… Karpuzun kabuğunu kemirmiyoruz artık. En tatlı
yerini bir çırpıda bitirip, ısırdıktan sonra kalanlara aldırış etmeden çöpe
atıveriyoruz hemen. Bir de kontrolün hep kendimizde olmasını istiyoruz. Tıpkı
bilgisayarda oynanan bir oyun gibi. Hangi komutu verirsek onu yapmalı öteki. Komutlarımıza
uyduğu sürece sorun yok. Bu nedenle, tek taraflı ya da tarafsız ilişkiler
çoklaştı. Vazgeçmek kolaylaştı. Hor kullanmak alışkanlık haline geldi. Doyumsuzluk
hâkim oldu ilişkilere. Nasılsa başkası yok mu bizim için… Nasılsa çok daha
fazlası bir tuş kadar uzağımızda, hemen ekranımızda mevcut değil mi! Biri
olmazsa başkası… İkili ilişkiler alanı da genişledi artık. İlişkiler dışarıda,
kamuya açık yaşanıyor. Piyasada bizlere sunulan destek/takviye hazlar olmasa
ilişkilerin yaşama şansı yok gibi. Kendi yaşam alanımızı kurgulamak zahmetli
bizim için. Hazır üretilmiş yaşam biçimleri ve metalar sunulmaya hazır bizlere.
Bu yüzden birkaç samimi dostla ve sevgiliyle baş başa yapılan şeylerin kıymeti
azaldı. Tat vermez oldu. Herkesin gözü dışarıda. Kendisine sunulanı almak
peşinde. Çünkü bulmak her zamankinden çok daha kolay. Yeni kapitalist kültür,
yüzeysel yaşam biçimleri dayatıyor bize. Bağlılık, sadakat, kalıcılık gibi
şeyler yeni kültürün işine gelmiyor. Söz konusu olan “yenisi” olduğunda
bağlılık ve sadakate yaşama şansı veriyor, kalıcılık ise sadece yenisine olan
ulaşma isteği için iyi. Yeni kapitalist kültür, varlığını sürdürmek için
sürekli yenisini üretmek zorunda. Bunun için de yaşam biçimleri aynı temel
üzerine kurulmalı. Ve son otuz yılın nesli bu yaşam biçimlerinin içinde doğmuş
durumda. Önceleri nesiller arası farklılıktan bahsedilirdi. Şimdi ise nesilden bahsetmek
zor. Kırılma o kadar kısa sürelere indi ki. Teknolojinin değişimi ile eş
zamanlı hale gelmiş durumda.
Ne olduğunu Bilmesem de Olur,
Önemli Olan Paylaşmak!
Bir paylaşım çılgınlığı
almış başını gidiyor. Sosyal paylaşım siteleri denilen yerlerde resimler, fotoğraflar,
karikatürler, şarkılar, türküler, sloganlar, klişe sözler, çeşitli yazar, şair
ve filozofların düşünceleri paylaşılıyor. Bazıları bize ait bazıları ise değil.
Ne kadar çok paylaşırsan o kadar iyi. Sadece paylaşmak amacıyla fotoğraflar
üretiyoruz. Başkaları görmeli bizi, görmeli nasıl eğlendiğimizi, kimlerle birlikte
olduğumuzu. Bir de fiyakalı yorum yaptık mı tamamdır. İçeriğine bakmadan
beğeniyoruz bazılarını, paylaşıyoruz. Zaten ne anlatmak istediği önemli değil.
Zamanınız da yok anlamaya, anlamak için emek vermeye. Ortak noktamız paylaşan
olmak. Tarihte öne çıkmış şahsiyetlerin sözlerini paylaşıyoruz ama ne onların
kim olduğundan ne de insanlığa ne anlatmaya çalıştıklarından haberimiz yok. Ne
zaman yaşamış bu insanlar neyi savunmuşlar falan bizim için önemli değil. Zaten
öğrenmeye de niyetimiz yok. Aradan cımbızla bazı sözlerini seçerek paylaşıyoruz
hemen. Onlara ait sözleri paylaşarak ne kadar derin bir anlayışa sahip
olduğumuzu göstermeye çalışıyoruz. Ama nafile. Sanal paylaşım neden bu kadar
önemli oldu bizler için? Kontrolü kendi elimizde olduğu için mi? Yoksa yüz yüze
iletişimden mi kaçıyoruz? Boşluğu sanal dünyada mı dolduruyoruz? Kim ne demiş
acaba? Kim kiminle ne yapmış? Hemen görmeliyiz ve hemen paylaşmalıyız, kısa
sürede! Vakit kaybına tahammülüz yok. Kısa sürede çok şeye bakıp çok şeyi de
paylaşmalıyız.
Kimim Ben Yahu?
Kimlik bunalımı yaşıyor yeni
kapitalist kültürün insanı. Kimisi hangi sürüye ait olduğunu anlamaya çalışıyor
kimisi bir sürüye girmek peşinde. Paylaşıyoruz ve kimliğimizi duyuruyoruz
başkalarına. Ben buyum diyoruz. Ötekilerin bizi bunlara göre tanımasını
bekliyoruz. Artık uzun uzadıya sohbetlere ihtiyacımız yok, ne de kendimizi
anlatmaya. Peki, paylaşımlarımız bizi mi tanımlıyor yoksa ait olmak istediğimiz
yeri mi? Kim olduğumuz mu önemli yoksa nereye ait olmak istediğimiz mi? Sanal
bir kimlik oluşturuyoruz kendimize. Öyle ki, öz kimliğimiz ile sanal kimliğimiz
arasında bir boşluk oluşuyor. Bu boşluğu dolduran pek çok soru var
soramadığımız ve cevap veremediğimiz. Sihirli balonumuzun patlamasından
korkuyoruz. Yok saymayı seçiyoruz ama nafile. Okumayı överken okumadığımızın
farkına varıyor muyuz acaba? Düşünmeyi tavsiye ederken biz düşünüyor muyuz? Emeği
yüceltirken emek vermeye tenezzül ediyor muyuz? Nezaketi kutsarken acaba ne
kadar nazik insanlarız? Dayanışmayı tavsiye ederken ne kadar dayanışma
içindeyiz? Hoşgörü örneklerini paylaşırken hoşgörü sahibi miyiz acaba? Cesareti
överken karanlık köşelerde sindiğimizin farkına varıyor muyuz? Hep bu boşlukta
dolanıyoruz. Sanal dünyadan aldığımız kişilik parçalarını birleştirip yamalı
kişilikler oluşturuyoruz kendimize. Artık kendimize yabancılaşıyoruz. Öz
kimliğimiz sadece zaaflarımızı tanımlayan bir bütün haline geliyor bizim için. Yaşamımız
daha bir çekilmez oluyor. Tatminsizlik baş gösteriyor. Bizden istenen de bu
değil mi zaten. Tatminsiz olmalı yeni kapitalist kültürün insanı. Çabuk
sıkılmalı. Ve hayatındaki en basit şeylerden başlıyor sürekli değiştirme
hastalığı. En az emekle ve en kısa sürede neyi değiştirebiliyorsa ona
saldırıyor. Sonunda, ilişkiler pazarında görücüye çıkıyor kişilikler. En kısa
sürede en fazla hazzı sağlayan tercih ediliyor ilişkiler pazarında. Eskiyen,
artık tat vermeyen atılıyor kenara bir bahaneyle, hemen yenisi bulunuyor. Kendini
bir türlü bulamıyor yeni kapitalist kültürün insanı. Güven ararken güvensizliğin
kollarına atıyor kendini. Mutluluk ararken en derin hüzünleri kucaklıyor. Sevilmek
isterken sevmiyor, bağlılık isterken bağlanmıyor. Özgüveni sorumsuzlukla, açık
sözlülüğü kabalıkla, samimiyeti ise hoyratlıkla karıştırıyor. İmaj için
yaşıyor, sloganlara sarılıyor. Dışardan yola çıkıyor kendine varmak isterken
ama bir türlü bulamıyor kendisini…
Ve Mahremiyet Öldü: Duyun Sesimi
Artık!
Kim bilir kaç insan çığlık
atıyor sosyal paylaşım sitelerinde. En mahrem duygularımızı yayımlıyoruz. Kime
neyi anlatmak istiyoruz biz? Kimler yok ki! Yalnızlık çekenler, acı içinde
kıvrananlar, tuzu kuru olanlar ve daha neleri… Dosta oradan laf atıyoruz,
sevgiliye oradan sitem ediyoruz. Ayrılığı sindirmek için bahaneler sıralıyoruz,
yalnızlığımızı lanetlemek için bir türlü anlaşılmadığımızı söylüyoruz. Ne kadar
sosyal olduğumuzu kanıtlamak için fotoğraflar diziyoruz ardı sıra. Ne kadar
mutlu olduğumuzu göstermek için espriler yapıyoruz. Bir araya gelemiyor artık
yeni kapitalist kültürün insanı. Dinlemek istemiyor birbirini. Lafı ortaya
koymayı tercih ediyor. Sadece tepki vermek istiyor. Karşısındakini duymak
istemiyor. Sadece ve sadece kendi çığlığını atmak istiyor. Sözcüksüz cümleler
kuruyor, tepkisizce protesto ediyor ve muhatap olmadan konuşuyor. Daha fazlasına
ne emek vermek istiyoruz, ne cesaret edebiliyoruz. Yeni kapitalist kültür,
kamusal alanının mekânsal olarak çözülmesine böyle yol açıyor. Bireysel ve
toplumsal olan ne varsa sanal âleme taşınıyor. Sanal eylemler, sanal tepkiler,
sanal duygular ve sanal sözcükler hâkim oluyor aklımıza ve kalbimize. Psikolojik
olarak rahatlamamız yeterli. Yeter ki düzeni bozmayalım. Boşluğa birkaç sözcük
daha koysak, birkaç resim atsak ne olur ki! Meydanlar eskisi gibi dolmuyor
artık, simalar birbirine bakmıyor. Sanal bir alan kuruluyor ve özel olan ile
kamusal olan arasındaki çizgi aşınıyor. Postmodern çağ, kamusal alanı sosyal
paylaşım sitelerinde yeniden kuruyor. Aşk acısı çekenlerle kamu politikalarını
eleştirenler aynı platformda buluşuyor. Öfke acıya karışıyor, neşe mizaha
dönüşüyor, sevinç hüzne bulanıyor… Ne demişler? Ortaya karışık olsun! Biraz şundan
biraz bundan! Ama o kadar çok çığlık var ki, herkes kendi çığlığına bakıyor, ötekinin
çığlığı önemsenmez oldu...
Yalnızlık Senfonisi
Ne yazık ki paylaşımın
sayısal olarak artması yalnızlığımızın azaldığı anlamına gelmiyor. Eskisinden
çok daha yalnızız. Üstelik bu yalnızlığı daha çok haz yaşayarak bastırma telaşı
içindeyiz. Kısa süreli, geçici hazların peşinden koşsak da yalnızlığımız
azalmıyor. Bunun farkındayız aslında. Ama bağlanmak korkutuyor bizi.
Sıkılıyoruz. Fiziksel hazlara daha fazla odaklanmış durumdayız. Fiziksel
hazların geçici ve doyumsuz dünyasına hapsolduk. Dışarıya atıyoruz kendimizi,
geziyoruz, tozuyoruz, yiyoruz, içiyoruz, giyiniyoruz… Yalnızlığımızdan kaçmaya
çalışıyoruz. Çok sosyal olduğumuzu düşünüyoruz, ötekilerin böyle olduğumuzu düşünmesini
istiyoruz. Gıpta ediliyoruz, alkışlanıyoruz. Daha az konuşuyor, daha çok
hareket ediyoruz. İlişkilerimizi yeniden üretmek, heyecan katmak için
kendimizden yola çıkmıyoruz artık. Dışarıda arıyoruz enerjiyi. Sürekli hareket
halinde olmak ve sözcükler yerine bizim için tasarlanmış imgeler üzerinden
yaşamak uyuşturuyor beyinlerimizi. Sonunda yorgun düşünce sığınıyoruz
birbirimize ama yorgunluktan konuşamıyoruz bile. Birbirimizi anlamadığımızdan
şikâyet ediyor ama müşterek bir dil kurmaya çalışmıyoruz. Psikolojik destek
arıyoruz bunun için. Uzmanlara başvuruyoruz. Çözümü dışarıda arıyoruz.
Kendimizi başkalarına soruyoruz. Dostu başkalarına göre seçiyoruz, sevgiliyi
başkalarına göre yargılıyoruz. Hep biz haklı oluyoruz. Kendimize bahane
yaratıyor, haklılığımızı teyit ediyoruz. Alıcı gibi davranıyoruz ilişkiler
pazarında, memnuniyetini arayan müşteri gibi. Yoksa yalnızlığın yükünü nasıl
taşırız! İlişkiler metalaşıyor yeni kapitalist kültürün insanı için. Değer biçiliyor
ilişkilere ve alternatifler oluyor her zaman. Başka yer ve zamanda başka bir
ilişkiler yumağına girmek mümkün. Kendi tercihini yaptığını düşünen yeni
kapitalist kültürün insanında yalnızlık hissi gitmiyor. Kendinden kaçmaya
çalışıyor, bağlanma korkusu yaşıyor, seçeneklerini kaybetmek istemiyor. Sonra
yorgun düşüp kapanıyor evine ve yalnızlığı paylaşıyor dijital dilde…
Farkında Olmanın Dayanılmaz
Ağırlığı: O zaman Ne!
Yeni kapitalist kültürün
insanını anlatırken kendimizden, kendi hayatlarımızdan bir şeyler bulduğu
muhakkak. Özellikle son otuz yılın nesilleri kendileri için tasarlanmış bu tür
bir yaşam biçimi içinde doğdu. Peki, şimdi ne olacak? Yaşam biçimlerimizi
değiştirmemiz mümkün mü? Evet mümkün. Şu soruların cevaplarını dürüstçe ve
cesaretle verdiğimiz zaman bu mümkün: Bunu gerçekten ben olduğum için mi
yapıyorum yoksa bilinçaltıma kodlanmış arzuları tatmin etmek için mi? Kısa
süreli hazlar mı yoksa kalıcı mutluluklar peşinde mi koşuyorum? İstediğim kişi
olmak için çaba sarf ediyor muyum yoksa öyle görünmek mi beni mutlu ediyor? Mevcut
yaşantım beni mutlu ediyor mu yoksa yalnızlık hissinden kurtulamıyor muyum? Neden
arkadaşlıklarım kısa süreli oluyor? Ben hep haklı mıyım acaba? Neden birçok
insana ulaşmak isteği içindeyim? Neden dış görünüşe daha fazla önem veriyorum?
Bu soruların cevaplarını verebildiğimiz zaman, gerçek kimliğimiz ile sanal
kimliğimiz arasındaki boşluğu kapatabiliriz. Yaşam biçimlerimize dışarıdan
müdahale edilmediğini düşünmekten vazgeçmenin ilk adımını atıyoruz. Şimdi bu
durumda, kendi kararlarımızı verdiğimizi ve yaşam biçimimizi kendimizin
oluşturduğunu düşünmek ne kadar mümkün? Bir toplum tasarımı sürecinden
geçiyoruz Üst akıllar tarafından doğrular yaratılıyor ve bilinçaltımıza
yerleştiriliyor. Önceleri metalar insanların tercihlerine göre
biçimlendirilirken şimdilerde önce zihinler biçimlendiriliyor. Yeni ilişki
biçimleri tanımlanıyor; her şeye bağlılığın yadsındığı, kıymetin az,
vazgeçmenin kolay olduğu ilişki biçimleri. Bilinçaltımızın sürekli kurgulanmakta
olduğunu, yeni kapitalist kültürün kendini yeniden oluşturmasının yegâne
yolunun, sürekli bir arayış içinde olan huzursuz kişilikler yaratmak olduğunu
görüyoruz. Bilinçaltı, kalıcı olan her şeye savaş açıyor; bir türlü huzur
bulamıyor…