Sunday, May 26, 2013

AKIL OYUNLARI: YENI IKTIDAR BICIMLERININ TURETILMESI UZERINE


 
Sıyasal devrim pratigi Avrupa kitasini sarsdiginda ozgurluk, kardeslik ve esitlik soylemleri halkin sloganlari olarak ilan edilmisti. Aradan gecen iki yuzyildan fazla surede her yuzyilda bir devrim niteliginde degisimlere tanik oldu dunya. Her devrim, `yeni bir yasam biciminin turetilmesi uzerine` kuruluydu. Halkin kendisi mi istemisti bunlari, bunlar toplumsal bir yasaya bagli olarak suregelen dogal ilerlemenin bir sonucu muydu yoksa iktidar kendini yeniden uretmek icin motive edilmis kitleleri mi kesfetmisti? Iktidar, halktan hic vazgecmedi. Mesruiyetini saglamanin yollarini hep buldu. 20. Yuzyilin son ceyreginde butun duvarlari yikmayi hedefleyen iktidar, kendisini daha fazla sorgulatmaya tahammul edemedi ve kendi kurdugu yapiya (iktidar bicimine) herkesten once saldirdi. Bu yikim daha once turettigi yapinin zaman, mekan ve akil anlayisina meydan okuyarak yok etmek seklinde ortaya cikti. Yeni Iktidar, bir zihniyettir; total bir akildir, bir fisiltidir kulaktan kulaga dolasan ama kasitlidir...

Sonucta, Zevkler ve Renkler Tartisilmaz!
Tek tip yasam biciminin kotulenmesi icin zevklerin ve renklerin kisiden kisiye degistigini kabul ettik once. Daha sonra bunun tartisilmaz oldugunu ilan ettik. Ozgurluk, zevk ve renk uzerine insa edildi. Istenen, aliskanliklari ve tabulari yikacak bir akil olusturmakti.  Aslinda tartismaktan yasaklandigimiz sey, eskinin tek tipciligiydi. Herkesin birbirinden farkli oldugunu ve farkli arzulara sahip olabilecegini akillara yerlestirmekti. Oysa biz sadece tartismaktan kacmak icin kullandik bu sozu. Farkinda olmadan bireyselligi boylece kutsadik, tartisma konusu bile yapmadik. Iktidar, bireyi kutsadi, ozgurlugu tartisilmaz yapti. Bireysellik, farkli zevklere sahip olmakla; ozgurluk ise tartisilmazlikla yerlestirildi akillara. Uzlasmaya ihtiyac yoktu, her zevk satin alinabilirdi... Madem ki farkliydik, daha cok secenegimiz olmaliydi. Farkliliklarin pesinden kosmaya basladik. Tartisma konusu yapmadik bunlari. Mikro iktisat ve yonetim yeniden kesfedildi. Bir zamanlar tabu olan seyler, marjinal degerler olarak kutsandi. Istatistikte dikkate alinmayan marjinal degerler bile sorgulanmaya basladi. Her biri yeni bir iktidar pratiginin yolunu acti, iktidar kilcal damarlara kadar nufuz etmeliydi. Mutlak kontrol saglamanin en iyi ve tek yolu buydu artik...   

Her Dusunceye Saygiliyim Ben, Yeter ki Yeni Olsun!
Dusunce ozgurlugu, kokleri devrime dayanan bir ozgurluk tanimlamasi. Gorevini her donemde cok iyi yerine getirdi. Her turlu kisitlayici akla karsi durmanin yegane silahi. Bagnaz olarak adlandirilan toplumlar, dusunceye saygi duymamakla suclandi hep. Ya da farkli dusuncelere saygi duymayanlar bagnaz olarak damgalandi. Geri kalmislikla suclandilar. Hosgoru ve saygi gibi kavramlar, toplumlari yumusatmak icin vazgecilmez silahlar. Kim hosgorusuz ya da saygisiz gorunmek ister ki? Peki ya, fikirlerini savunmak, hosgorusuzluk ve saygisizlikla es tutulursa ne yapilmali? Bu celiskiyi hep yasadik.. Yeni Iktidar, kisileri ve fikirleri siniflandirdi; kendi urunlerini kutsayanlari ilerici ve yenilikci olarak sundu. Kendisinin aksine olan fikirleri ise, gerici ve statukocu. Statukocu olmak kotu cagrisimli bi kavram olarak yerlestirildi zihinlere. Statukocu isen, asagilanmayi hak ediyorsundur; cunku statukocu olmak, gecmisin kazanimlarini savunmaktir, geri istemektir; evet gerici ise bu anlamda gericidir, geri istemektedir. Statukoyu savunmak, Yeni Iktidarin ta kendisine saldirmaktir... Peki neye gore geri, neye gore ileri? Tarihsel olarak eski olan geri oldu, yeni olan hersey ise ileri. Ileri olan hersey `dusunce` oldu. Bundan sonra yikmak kolaydi isteneni. `Eski` demek yeterliydi. Iktidar, kendi kavramlarini kotuledi yeri geldi, bazen eskiye yeni isimler buldu. Surdu piyasaya, zaten alici cok. `Degistim ben!` diyeni cok duyduk. Ya degisecekti ya da yok olacakti kendince. Herkes yeni gomleklerini giydi. Eski olan kotu oldu, klasik olan zevksiz; yeni olan iyi oldu, giyen zevkli, yeni gomlek ise moda oldu...

Yeni Koye Eski Adet Getirme Canim Sen de!
Yeni İktidar retoriginin odaginda `degisim` soylemi var. Degisime ayak uydurmaktan bu kadar cok bahsedilmemistir. Degisime ayak uydurmak bir erdem oldu. Yani bukalemun misali... Bulundugu ortama uyum saglayan tercih ediliyor artik. Ama kimse sormuyor, `Bu ortami kim yaratti?` ya da  `Kim uymamizi istiyor?` diye. Ama bizden istenen soru sormamiz degil, cevaplari bizim icin zaten hazirlanmisti. Cevaplar paketlendi, donduruldu, istiflendi ve piyasaya sunuldu. Bizler, dondurulmus gidalara daha fazla yonelir olduk ya da mikrodalga seceneklere; aaaa bak burada yikanmisi var, dogranmisi var, pes vallahi bunu da yapmislar!.. Kavramlar yeniden tanimlandi, tanimlar sloganlara cevrildi; sloganlar ortaya atildi, kelime dagarcigi azaltildi, zaten kimsenin cumle kurmaya ihtiyaci yok ki, aaaa bak burda hazirlanmisi var!... Insan rahata cabuk alisir derler, dogrudur... Yeni Iktidar retoriginin merkezindeki ikinci soylem ise `hiz`. Hem de `degisimin hizi`. Cok cabuk degisiyormus ortam, ayak uydurmak lazimmis. Kim degistiriyor? Kim neyi degistiriyor? Kendi aralarindaki  tepismeleri bize degisim diye yutturuyor olmasinlar! Bir de hizli olunacakmis! Tabi ya, kim once davranirsa o kazanir degil mi!  Kolay olsun, cabuk olsun; bir an once yemeginizi yiyin de isinize kosun! Bakin size kolay hazirlanir yemekler bile yaptim, yemek icin oyle vakit falan harcamayin atin mikrodalgaya bes dakikada hazir. Bir de yerli mali takintisi var Yeni İktidar`in. Acaba ne kadar yerli ona bakiyorlar, cok yerliyse sorun yok, cunku zevkler ve renkler tartisilmaz; ama hani soyle ulusal derecede yerli ise `birakin kardesim eski kafaliligi, yeni koye eski adet getirmeyin!` diye yersiniz lafi, hem de yerlilerden... Dogrular yeniden tanimlaniyor. Eski dogrular, geri ve yavas oluyor; yeni dogrular kose donduruyor, basimiz donuyor donmekten...

Biz Bir Mozaigiz!: Ulusalin Yikimi ve Yitimi
Ne zaman terfi ettik mozaiklige acaba? Mozaik oldugumuzu kabul etmekle, ”kucuk” ve “birbirinden farkli” parcalardan olustugumuzu kabul etmis olmadik mi! Yeni Iktidar, kulturel zenginlik soylemiyle, o kucuk ve birbirinden farkli parcalara dem vururken butunu yitirdigimizin farkina vardik mi acaba? O parcalarin ne olusturdugu onemli degil artik. Niye ihtiyac duyuldu boyle bir tanimlamaya? Bir zamanlar butun vardi bizim icin. Butunun amacini gerceklestirmesi vardi. Yani birimiz hepimiz icin hepimiz birimiz icin. Simdilerde, birimiz hepimiz icin kismi iskartaya cikarildi. Cunku mozaik parcalarinin tamamini ya da bir kismini kullanarak baska baska resimler olusturmak mumkun... “Herkes basinin caresine baksin” yaklasimi hakim oldu zihinlere. Risk ve sorumluluklar parcalara yuklenirken kazanclar ve yetkiler merkezde birakildi. Ya kontrol? Tabii ki merkezde. Yeni Iktidar kendini merkezde konumlandirdi. Ama soz konusu olan, alinmasi gereken her turlu risk, maliyet ve sorumluluk oldugunda merkeziyeti kotuledi. Hıyerarsıyi kotuledi... Cunku kazanclar hemen akmaliydi merkeze. Peki nasil gorunmez kildi kendini Yeni Iktidar? Tabii ki sayisal dunyayi kurgulayarak. Her turlu bilgi iletisim aginin arkasina gizledi kendini. Seffafligi yuceltti. Oyle ki herseyi ve herkesi takip edebilsin. O kadar karmasik bir sayisal ag kurdu ki, asagidan ulasmasi neredeyse imkansiz ve bir o kadar da maliyetli. Kuresel is bolumu buna gore kurgulandi. Herkes kendi sebekesini kurmali artik. Kurabildigin surece kendi coplugunde otme sansin var. Peki ya bir ust sebekenin cikar alanina yanlislikla ayak basarsan? İste o zaman yandin, hemen gosteriverirler sopayi... Biz bir mozaigiz artik, cignenmeye hazir kucuk lokmalar gibi...

Biz Bir Aileyiz!: Yalanini Sevsinler...
Ulusalin yikimi ve yitimi, daha kucuk olcekli kurumsal yapilarin olusturulmasini gerektirir. Yani ekonomik olarak daha kucuk parcalara ayrilmamasi gereken en kucuk yapitasi ne olmalidir? Toplum soz konusu oldugunda bunun aile oldugunu soyleriz. Aile, daha kucuk parcalara bolunemeyecek en kucuk ekonomik ve toplumsal kurum olarak hala gecerliligini surduruyor. Bununla birlikte, onu yekpare tutan nitelikler uzerinde daha da dusunulmeye baslandi. Oyle kurumsal yapilar olusturulmali ki, aileyi bir arada tutan seylerin benzeri olmali icinde. Insanlarin kendisini gerektiginde sinirsiz olarak adayacagi tek kurum aile. Aile her zaman onceliklidir; zaman ve mekan gozetilmeksizin fedakarlik yapilir aile icin. O halde yapilmasi gereken, aidiyet yaratan her duyguyu ve eylemi, kurulan yapilara tasimaktir. Ancak tek bir farkla... Yeni Iktidar, yeni aile yapisini bireysel cikarlar uzerine insa etmek ister. Bireylerin ekonomik cikarlari ailenin yeni degerleridir. Gerektiginde kendi basina hareket edebilen, finansal kararlar icin bir yonetim kurulu misali ortak kararlar alan, anlasma saglanamadigi takdirde dagilan aile bireyleri artik yabanci degil bize. Aile icinde bireylerin esitlenmesiyle, eskinin hiyerarsik aile yapisi duzlestirilmistir. Amaclanan gercek esitlik saglamak degildir, ailede baba disindaki bireylerin korunmasi degildir. Birbirine “aglarla” bagli olan bir aile yapisi ongorulmektedir. Ve bu aglar, her turlu ekonomik, toplumsal ve siyasal cikarlardan olusan ve tercih konusu edilebilen aglardir. Kolaylikla bir ag yapisindan koparak baska aglar icine girebilecek esneklikte ve buna uygun deger yargilariyla donanmis aile bireyleri... Tipki bir ulkenin yurttaslari gibi... Yurttas, bir ulusal ailenin bireyidir. Yurttas, haklari ve yukumlulukleri olan siyasal bireydir. Siyasal kimligi yok etmek/degistirmek, yurttasi yok etmektir/degistirmektir. Yurttasi yok etmek/degistirmek, hak ve yukumlulukleri yok etmektir/degistirmektir; yani siyasal bireyi yok etmektir/degistirmektir. Yurttasin bireye donusturulmesi bu anlamda kasitlidir. Yurttaslik kazanimini reddetmektir. Yurttasi bireye donusturdukten sonra geriye tek bir sey kalir. O da sinir otesi hareketini kisitlayan her turlu engeli kaldirmaktir. Ama mutlak sinirsizlik mi? Hayir! Ticari nitelige sahip oldugun surece bireysin ve kolaylikla hareket edebilirsin. Bu anlamda, bireyin hareketini saglamanin yolu her turlu ulusal degerden arindirilmasindan gecmektedir. Ve kuresel ailenin bireyleri, gelecegin yeni koleleri olacaktir...  

Acaba? : Degerlerin Alt Ust Olusu
Koklu toplumsal degisim icin degerlerin alt ust edilmesi gerekir. Bu degerler toplumsal, ekonomik ve siyasal olani olusturan yapitaslaridir. Deger, her ne kadar psikolojik/sosyolojik bir kavram olsa da bilim konusu olan her alandaki yapinin tutkalidir. Degerlerin degismesi, yapiyi bir arada tutan seyin yeniden tasarlanmasi demektir. Burada sorulmasi gereken, “Degisimi isteyen kimdir ve ne istemektedir?” sorusudur. Bu siralarda, acaba ne dogru, ne yanlis diye dusunmuyor muyuz? Kafalarimiz karistirilmadi mi? Zihinlerimiz, yeni deger yargilarina alistirilmiyor mu? Tepki verme bicimimiz yeniden kurgulaniyor. Yeni platformlar icat ediliyor. Tepkiler belli platformlarda toplaniyor. Ama etkili olmayan tepkiler yiginindan baska birsey yok elimizde.
  
t

Wednesday, June 13, 2012

AKIL OYUNLARI: YENİ YAŞAM BİÇİMLERİNİN TÜRETİLMESİ ÜZERİNE


      Az bir süre olmadı. “Sosyal paylaşım” siteleri diye bir şey var hayatımızda. Milyonlarca insanın yaşamının bir parçası haline geldi. İnsanların yaşamlarını paylaşım biçimini derinden etkiledi. Ancak düşünmeden bize sunulanı yaşıyoruz, memnunuz da. Farkındalığımız durumu değiştirmiyor. Değiştirmeli mi acaba ya da bunun üzerinde düşünmeden yaşamalı mıyız sadece? Bu düşünce biçimi, yeni kapitalist kültürün bilgi/iletişim alanında çağın son toplumsal olgusu. Modernite bize yüzyıllardır tarihsel bir ilerlemeden bahsetti. Tarihsel ilerlemenin itici gücü de teknoloji oldu. Şimdi modern ötesi bir toplum tasarımından bahsediliyor. Modernite şimdi kendisini mi tüketiyor acaba? Küllerinden yeniden mi doğuyor? Yadsıdığımız şey mi yoksa sadece yadsımak mı önemli? Küresel-toplumsal bir akıl oluşumu sürecinden mi geçiyoruz? Geçmişe dair ne varsa bilinçaltına mı süpürüyoruz? Bu ve bunun gibi pek çok soru soruluyor. Ancak soruları paylaştırmıyorlar artık, sadece ve sadece cevapları paylaştırıyorlar bizlere…
Sosyal mi yoksa Paylaşım mı?
      Sosyal kelimesinin dilimizdeki diğer karşılığı “toplumsal”. Yani sosyal paylaşım sitesi, toplumda ne kadar çok insan paylaştırılırsa o kadar iyi düşüncesine dayanıyor. Bugün bizden istenen daha çok sayıda insanın paylaşımıdır. Paylaşım, modernitenin çizdiği sınırların dışına çekilmiş durumda. Bugüne kadar bize tanınan sınırlar yeniden çiziliyor. Bu sınırlar, “belirli yaşam biçimleri” ve “bireysel/toplumsal öğretiler” ile yeniden tanımlanıyor. İnternet olarak adlandırılan bilgi-iletişim ağının dünyadaki birçok kişisel bilgisayarı birbirine bağladığı bir durumun içindeyiz. Peki, paylaşmak neden bu kadar önemli hale getirildi? Tarihin bu aşamasında beklenen bir şey miydi bu?
Daha Çok Olmalı Daha da Çok!
      Bir zamanlar insanların yaşamlarında belirli sayıda insan vardı. Onlarla görüşmek için fırsat yaratılır, daha çok zaman geçirilir, samimi dostluklar kurulurdu. Bizim için paylaşmak önemliydi. Hayat, az sayıdaki insanla mümkün olduğunca derin paylaşılırdı. Aşkı bulunca sımsıkı sarılırdık ona. Sevebilirdik. Paylaşma imkânlarımız kısıtlı olduğu için fiziksel olarak yalnız kaldığımız zamanlar belki daha çoktu ama içimizde yalnızlık yoktu. Sahip olduklarımızın kendileri önemliydi. Az bulunan şeylerin kıymeti çoktu bizim için. Artık insanlarla iletişim kurmak fiziksel olarak çok daha kolay. Teknoloji, buna imkân verdi. Sosyal paylaşım sitesi denilen şey üzerinden artık daha çok insana ulaşmak mümkün. Tıpkı metalara ulaşma imkânımızın kolaylaştığı gibi. Zahmet vermeden çok daha fazla sayıda ve çeşitte meta önümüze serildi. Onlara sahip olabilmemiz için fırsatlar tanındı. Çok daha kısa sürede tüketilmeliydi metalar. Yeni kapitalist kültür bunu öngörüyordu. Önce metaları taşıdık internete daha sonra kendimizi. Artık bizi, ulaştığımız insanların kendisi değil sayısı tatmin eder oldu. Bir takım şekil ve işaretler ise bize doyum sağlar oldu. Kaç kere tıklandım, kaç kişi beğenmiş vs. Sanal arkadaşlıklarımızı ona göre kuruyoruz artık. Beğenmedim seçeneği bazılarında yok bile. Beğenmeme şansımız yok. Beğenmediysek susmalıyız yani. Çünkü beğenmeli insan paylaşanı, tatmin etmeli onu hemen oracıkta. Yoksa susmalı ya da elenmeye hazır olmalı. Sistem elenme üzerine kurulmuş durumda zaten. İnternette az tıklandıysanız yaşama şansınız yok. Paylaşım sayısallaştı, bir ölçüm nesnesi oldu. Çok tıklanana yöneldik, çok tıklanmayı hayal ettik çünkü sürüden kopma korkusu içindeyiz. Birbirimizi, sosyal paylaşım sitelerinde ne kadar süre harcadığımıza ya da kaç adet paylaşım yaptığımıza göre ölçüyoruz. Ne paylaştığımızı tam olarak anlamadan sadece paylaşıyoruz. Bir de bunun için birbirimize puan veriyoruz. Puanı daha çok olanı, hayatın içinde olan olarak kutsuyoruz. Puanı az olan hayatın dışında olmuş oluyor, sürüden geride kalıyor. Eleniyor…
 Tüketmeden Yaşayamam Ben, Hayır Yaşayamam!
      Birbirimizi tüketiyoruz. Her gün birileri giriyor sanal dünyamıza, birileri ise çıkıyor. Hayatımızda yeni insanlar üretiyoruz çok sayıda, hemencecik ve çok sayıda insanı tüketiyoruz hemencecik. Kalıcı olandan sıkılıyoruz, katlanmıyoruz. Hep aynı tadı vermeli bizim için hatta daha çok tat vermeli, dikensiz olmalı. Kalıcı olan da kendini sürekli yeniden üretmeli. Renkten renge girmeli. Kalıcı olan aynı zamanda sıkıcı olmuş durumda. Önce metalar bizi tatmin etmez oldu. Çünkü çok seçenek sunuldu bize kısa sürelerde. Şimdi insanlar bizi tatmin etmez oldu. Çünkü çok sayıda ve kişilikte insan sunuldu bize. Sadece görüntüye önem veren kişilikler coştu daha çok. Ve yeni kişilikler yaratıldı tüketmeye hazır. Bu ilişki biçimi, yüz yüze paylaşımı da değiştirmiş durumda. Başkalarıyla geçirilen vaktin bir bilgisayar oyunu ile geçirilen vakitten farkı kalmadı bizim için. Kısa sürede azami hazzı yaşamak tek amacımız. Belirli zamanlarda bir araya gelip tüketiyoruz birbirimizi. Sonra başkalarıyla başka hazlar… Karpuzun kabuğunu kemirmiyoruz artık. En tatlı yerini bir çırpıda bitirip, ısırdıktan sonra kalanlara aldırış etmeden çöpe atıveriyoruz hemen. Bir de kontrolün hep kendimizde olmasını istiyoruz. Tıpkı bilgisayarda oynanan bir oyun gibi. Hangi komutu verirsek onu yapmalı öteki. Komutlarımıza uyduğu sürece sorun yok. Bu nedenle, tek taraflı ya da tarafsız ilişkiler çoklaştı. Vazgeçmek kolaylaştı. Hor kullanmak alışkanlık haline geldi. Doyumsuzluk hâkim oldu ilişkilere. Nasılsa başkası yok mu bizim için… Nasılsa çok daha fazlası bir tuş kadar uzağımızda, hemen ekranımızda mevcut değil mi! Biri olmazsa başkası… İkili ilişkiler alanı da genişledi artık. İlişkiler dışarıda, kamuya açık yaşanıyor. Piyasada bizlere sunulan destek/takviye hazlar olmasa ilişkilerin yaşama şansı yok gibi. Kendi yaşam alanımızı kurgulamak zahmetli bizim için. Hazır üretilmiş yaşam biçimleri ve metalar sunulmaya hazır bizlere. Bu yüzden birkaç samimi dostla ve sevgiliyle baş başa yapılan şeylerin kıymeti azaldı. Tat vermez oldu. Herkesin gözü dışarıda. Kendisine sunulanı almak peşinde. Çünkü bulmak her zamankinden çok daha kolay. Yeni kapitalist kültür, yüzeysel yaşam biçimleri dayatıyor bize. Bağlılık, sadakat, kalıcılık gibi şeyler yeni kültürün işine gelmiyor. Söz konusu olan “yenisi” olduğunda bağlılık ve sadakate yaşama şansı veriyor, kalıcılık ise sadece yenisine olan ulaşma isteği için iyi. Yeni kapitalist kültür, varlığını sürdürmek için sürekli yenisini üretmek zorunda. Bunun için de yaşam biçimleri aynı temel üzerine kurulmalı. Ve son otuz yılın nesli bu yaşam biçimlerinin içinde doğmuş durumda. Önceleri nesiller arası farklılıktan bahsedilirdi. Şimdi ise nesilden bahsetmek zor. Kırılma o kadar kısa sürelere indi ki. Teknolojinin değişimi ile eş zamanlı hale gelmiş durumda.
Ne olduğunu Bilmesem de Olur, Önemli Olan Paylaşmak!
      Bir paylaşım çılgınlığı almış başını gidiyor. Sosyal paylaşım siteleri denilen yerlerde resimler, fotoğraflar, karikatürler, şarkılar, türküler, sloganlar, klişe sözler, çeşitli yazar, şair ve filozofların düşünceleri paylaşılıyor. Bazıları bize ait bazıları ise değil. Ne kadar çok paylaşırsan o kadar iyi. Sadece paylaşmak amacıyla fotoğraflar üretiyoruz. Başkaları görmeli bizi, görmeli nasıl eğlendiğimizi, kimlerle birlikte olduğumuzu. Bir de fiyakalı yorum yaptık mı tamamdır. İçeriğine bakmadan beğeniyoruz bazılarını, paylaşıyoruz. Zaten ne anlatmak istediği önemli değil. Zamanınız da yok anlamaya, anlamak için emek vermeye. Ortak noktamız paylaşan olmak. Tarihte öne çıkmış şahsiyetlerin sözlerini paylaşıyoruz ama ne onların kim olduğundan ne de insanlığa ne anlatmaya çalıştıklarından haberimiz yok. Ne zaman yaşamış bu insanlar neyi savunmuşlar falan bizim için önemli değil. Zaten öğrenmeye de niyetimiz yok. Aradan cımbızla bazı sözlerini seçerek paylaşıyoruz hemen. Onlara ait sözleri paylaşarak ne kadar derin bir anlayışa sahip olduğumuzu göstermeye çalışıyoruz. Ama nafile. Sanal paylaşım neden bu kadar önemli oldu bizler için? Kontrolü kendi elimizde olduğu için mi? Yoksa yüz yüze iletişimden mi kaçıyoruz? Boşluğu sanal dünyada mı dolduruyoruz? Kim ne demiş acaba? Kim kiminle ne yapmış? Hemen görmeliyiz ve hemen paylaşmalıyız, kısa sürede! Vakit kaybına tahammülüz yok. Kısa sürede çok şeye bakıp çok şeyi de paylaşmalıyız.
Kimim Ben Yahu?
      Kimlik bunalımı yaşıyor yeni kapitalist kültürün insanı. Kimisi hangi sürüye ait olduğunu anlamaya çalışıyor kimisi bir sürüye girmek peşinde. Paylaşıyoruz ve kimliğimizi duyuruyoruz başkalarına. Ben buyum diyoruz. Ötekilerin bizi bunlara göre tanımasını bekliyoruz. Artık uzun uzadıya sohbetlere ihtiyacımız yok, ne de kendimizi anlatmaya. Peki, paylaşımlarımız bizi mi tanımlıyor yoksa ait olmak istediğimiz yeri mi? Kim olduğumuz mu önemli yoksa nereye ait olmak istediğimiz mi? Sanal bir kimlik oluşturuyoruz kendimize. Öyle ki, öz kimliğimiz ile sanal kimliğimiz arasında bir boşluk oluşuyor. Bu boşluğu dolduran pek çok soru var soramadığımız ve cevap veremediğimiz. Sihirli balonumuzun patlamasından korkuyoruz. Yok saymayı seçiyoruz ama nafile. Okumayı överken okumadığımızın farkına varıyor muyuz acaba? Düşünmeyi tavsiye ederken biz düşünüyor muyuz? Emeği yüceltirken emek vermeye tenezzül ediyor muyuz? Nezaketi kutsarken acaba ne kadar nazik insanlarız? Dayanışmayı tavsiye ederken ne kadar dayanışma içindeyiz? Hoşgörü örneklerini paylaşırken hoşgörü sahibi miyiz acaba? Cesareti överken karanlık köşelerde sindiğimizin farkına varıyor muyuz? Hep bu boşlukta dolanıyoruz. Sanal dünyadan aldığımız kişilik parçalarını birleştirip yamalı kişilikler oluşturuyoruz kendimize. Artık kendimize yabancılaşıyoruz. Öz kimliğimiz sadece zaaflarımızı tanımlayan bir bütün haline geliyor bizim için. Yaşamımız daha bir çekilmez oluyor. Tatminsizlik baş gösteriyor. Bizden istenen de bu değil mi zaten. Tatminsiz olmalı yeni kapitalist kültürün insanı. Çabuk sıkılmalı. Ve hayatındaki en basit şeylerden başlıyor sürekli değiştirme hastalığı. En az emekle ve en kısa sürede neyi değiştirebiliyorsa ona saldırıyor. Sonunda, ilişkiler pazarında görücüye çıkıyor kişilikler. En kısa sürede en fazla hazzı sağlayan tercih ediliyor ilişkiler pazarında. Eskiyen, artık tat vermeyen atılıyor kenara bir bahaneyle, hemen yenisi bulunuyor. Kendini bir türlü bulamıyor yeni kapitalist kültürün insanı. Güven ararken güvensizliğin kollarına atıyor kendini. Mutluluk ararken en derin hüzünleri kucaklıyor. Sevilmek isterken sevmiyor, bağlılık isterken bağlanmıyor. Özgüveni sorumsuzlukla, açık sözlülüğü kabalıkla, samimiyeti ise hoyratlıkla karıştırıyor. İmaj için yaşıyor, sloganlara sarılıyor. Dışardan yola çıkıyor kendine varmak isterken ama bir türlü bulamıyor kendisini…
Ve Mahremiyet Öldü: Duyun Sesimi Artık!
      Kim bilir kaç insan çığlık atıyor sosyal paylaşım sitelerinde. En mahrem duygularımızı yayımlıyoruz. Kime neyi anlatmak istiyoruz biz? Kimler yok ki! Yalnızlık çekenler, acı içinde kıvrananlar, tuzu kuru olanlar ve daha neleri… Dosta oradan laf atıyoruz, sevgiliye oradan sitem ediyoruz. Ayrılığı sindirmek için bahaneler sıralıyoruz, yalnızlığımızı lanetlemek için bir türlü anlaşılmadığımızı söylüyoruz. Ne kadar sosyal olduğumuzu kanıtlamak için fotoğraflar diziyoruz ardı sıra. Ne kadar mutlu olduğumuzu göstermek için espriler yapıyoruz. Bir araya gelemiyor artık yeni kapitalist kültürün insanı. Dinlemek istemiyor birbirini. Lafı ortaya koymayı tercih ediyor. Sadece tepki vermek istiyor. Karşısındakini duymak istemiyor. Sadece ve sadece kendi çığlığını atmak istiyor. Sözcüksüz cümleler kuruyor, tepkisizce protesto ediyor ve muhatap olmadan konuşuyor. Daha fazlasına ne emek vermek istiyoruz, ne cesaret edebiliyoruz. Yeni kapitalist kültür, kamusal alanının mekânsal olarak çözülmesine böyle yol açıyor. Bireysel ve toplumsal olan ne varsa sanal âleme taşınıyor. Sanal eylemler, sanal tepkiler, sanal duygular ve sanal sözcükler hâkim oluyor aklımıza ve kalbimize. Psikolojik olarak rahatlamamız yeterli. Yeter ki düzeni bozmayalım. Boşluğa birkaç sözcük daha koysak, birkaç resim atsak ne olur ki! Meydanlar eskisi gibi dolmuyor artık, simalar birbirine bakmıyor. Sanal bir alan kuruluyor ve özel olan ile kamusal olan arasındaki çizgi aşınıyor. Postmodern çağ, kamusal alanı sosyal paylaşım sitelerinde yeniden kuruyor. Aşk acısı çekenlerle kamu politikalarını eleştirenler aynı platformda buluşuyor. Öfke acıya karışıyor, neşe mizaha dönüşüyor, sevinç hüzne bulanıyor… Ne demişler? Ortaya karışık olsun! Biraz şundan biraz bundan! Ama o kadar çok çığlık var ki, herkes kendi çığlığına bakıyor, ötekinin çığlığı önemsenmez oldu...
Yalnızlık Senfonisi
      Ne yazık ki paylaşımın sayısal olarak artması yalnızlığımızın azaldığı anlamına gelmiyor. Eskisinden çok daha yalnızız. Üstelik bu yalnızlığı daha çok haz yaşayarak bastırma telaşı içindeyiz. Kısa süreli, geçici hazların peşinden koşsak da yalnızlığımız azalmıyor. Bunun farkındayız aslında. Ama bağlanmak korkutuyor bizi. Sıkılıyoruz. Fiziksel hazlara daha fazla odaklanmış durumdayız. Fiziksel hazların geçici ve doyumsuz dünyasına hapsolduk. Dışarıya atıyoruz kendimizi, geziyoruz, tozuyoruz, yiyoruz, içiyoruz, giyiniyoruz… Yalnızlığımızdan kaçmaya çalışıyoruz. Çok sosyal olduğumuzu düşünüyoruz, ötekilerin böyle olduğumuzu düşünmesini istiyoruz. Gıpta ediliyoruz, alkışlanıyoruz. Daha az konuşuyor, daha çok hareket ediyoruz. İlişkilerimizi yeniden üretmek, heyecan katmak için kendimizden yola çıkmıyoruz artık. Dışarıda arıyoruz enerjiyi. Sürekli hareket halinde olmak ve sözcükler yerine bizim için tasarlanmış imgeler üzerinden yaşamak uyuşturuyor beyinlerimizi. Sonunda yorgun düşünce sığınıyoruz birbirimize ama yorgunluktan konuşamıyoruz bile. Birbirimizi anlamadığımızdan şikâyet ediyor ama müşterek bir dil kurmaya çalışmıyoruz. Psikolojik destek arıyoruz bunun için. Uzmanlara başvuruyoruz. Çözümü dışarıda arıyoruz. Kendimizi başkalarına soruyoruz. Dostu başkalarına göre seçiyoruz, sevgiliyi başkalarına göre yargılıyoruz. Hep biz haklı oluyoruz. Kendimize bahane yaratıyor, haklılığımızı teyit ediyoruz. Alıcı gibi davranıyoruz ilişkiler pazarında, memnuniyetini arayan müşteri gibi. Yoksa yalnızlığın yükünü nasıl taşırız! İlişkiler metalaşıyor yeni kapitalist kültürün insanı için. Değer biçiliyor ilişkilere ve alternatifler oluyor her zaman. Başka yer ve zamanda başka bir ilişkiler yumağına girmek mümkün. Kendi tercihini yaptığını düşünen yeni kapitalist kültürün insanında yalnızlık hissi gitmiyor. Kendinden kaçmaya çalışıyor, bağlanma korkusu yaşıyor, seçeneklerini kaybetmek istemiyor. Sonra yorgun düşüp kapanıyor evine ve yalnızlığı paylaşıyor dijital dilde…
Farkında Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı: O zaman Ne!
      Yeni kapitalist kültürün insanını anlatırken kendimizden, kendi hayatlarımızdan bir şeyler bulduğu muhakkak. Özellikle son otuz yılın nesilleri kendileri için tasarlanmış bu tür bir yaşam biçimi içinde doğdu. Peki, şimdi ne olacak? Yaşam biçimlerimizi değiştirmemiz mümkün mü? Evet mümkün. Şu soruların cevaplarını dürüstçe ve cesaretle verdiğimiz zaman bu mümkün: Bunu gerçekten ben olduğum için mi yapıyorum yoksa bilinçaltıma kodlanmış arzuları tatmin etmek için mi? Kısa süreli hazlar mı yoksa kalıcı mutluluklar peşinde mi koşuyorum? İstediğim kişi olmak için çaba sarf ediyor muyum yoksa öyle görünmek mi beni mutlu ediyor? Mevcut yaşantım beni mutlu ediyor mu yoksa yalnızlık hissinden kurtulamıyor muyum? Neden arkadaşlıklarım kısa süreli oluyor? Ben hep haklı mıyım acaba? Neden birçok insana ulaşmak isteği içindeyim? Neden dış görünüşe daha fazla önem veriyorum? Bu soruların cevaplarını verebildiğimiz zaman, gerçek kimliğimiz ile sanal kimliğimiz arasındaki boşluğu kapatabiliriz. Yaşam biçimlerimize dışarıdan müdahale edilmediğini düşünmekten vazgeçmenin ilk adımını atıyoruz. Şimdi bu durumda, kendi kararlarımızı verdiğimizi ve yaşam biçimimizi kendimizin oluşturduğunu düşünmek ne kadar mümkün? Bir toplum tasarımı sürecinden geçiyoruz Üst akıllar tarafından doğrular yaratılıyor ve bilinçaltımıza yerleştiriliyor. Önceleri metalar insanların tercihlerine göre biçimlendirilirken şimdilerde önce zihinler biçimlendiriliyor. Yeni ilişki biçimleri tanımlanıyor; her şeye bağlılığın yadsındığı, kıymetin az, vazgeçmenin kolay olduğu ilişki biçimleri. Bilinçaltımızın sürekli kurgulanmakta olduğunu, yeni kapitalist kültürün kendini yeniden oluşturmasının yegâne yolunun, sürekli bir arayış içinde olan huzursuz kişilikler yaratmak olduğunu görüyoruz. Bilinçaltı, kalıcı olan her şeye savaş açıyor; bir türlü huzur bulamıyor…